24 Nisan 2011
Sosyalist Devrim Aracılığıyla Kadınların Kurtuluşu İçin!
Türkiye: Kadın ve Sürekli Devrim
Kahrolsun İslamcı Gericilik! Kahrolsun Türk Milliyetçiliği!
Birleşik Sosyalist Kürdistan Cumhuriyeti İçin!
Aşağıdaki makale Enternasyonal Komünist Liga’nın (Dördüncü Enternasyonalist) Almanya’daki kolu Spartakist İşçi Partisi’nin gazetesi Spartakist’in 170. sayısından (Mart 2008) çevrilmiştir. İngilizce olarak Workers Vanguard No. 916’da (6 Haziran 2008) yayınlanmıştır (www.icl-fi.org).
Beğenilen Türk yazarı Orhan Pamuk’un Kar adlı romanında, genç kadın ve kızlar arasında artan intihar olaylarını araştıran memlekete geri dönmüş siyasî sürgün Ka’ya yerel bir resmi görevli şunu söylüyor: “Elbette ki intiharların sebebi bu kızlarımızın aşırı mutsuzluğu.... Ama mutsuzluk gerçek bir intihar nedeni olsaydı Türkiye’deki kadınların yarısı intihar ederdi.” Pamuk’un romanındaki olaylar Kars’ta, Türkiye’nin Kuzeydoğusunda gelişiyor. Güneydoğu Anadolu şehri Batman’da, zorla veya değil, gerçek bir intiharlar epidemisinde, yüzlerce genç kadının kendi hayatlarını almaya kalkıştığı ve onlarca kadının bunda başarılı olduğu görülmüştür. 19. yüzyılın büyük Fransız ütopyacı sosyalisti Charles Fourier herhangi bir toplumdaki kadınların durumunun bu toplumdaki insanların özgürlüğünün genel düzeyini yansıttığını anlattı. Bu ölümler, Türkiye’de kadınların korkunç baskı altında olduklarını ve emperyalist hâkimiyet tarafından güçlendirilen ve derinleştirilen yaygın bir dinsel ve sosyal gericiliğin topluma damgasını vurduğunu açıkça gözler önüne seriyor.
Kadınların durumu uzun süredir Türkiye’yi sarsan siyasî mücadelelerin çatışma zemini olmuştur. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve onun gerici İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) Temmuz 2007’de yeniden seçilmesi, Kemalist Türk burjuvazisinin benimsediği laikliği savunan ve AKP’nin, eşi başörtülü olan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanlığına tayin etme planına karşı yapılan geçen Nisan’daki [2007] büyük gösterilerin ardından geldi. Bazı Türk yorumcuları Ankara, İstanbul ve İzmir’deki bu gösterileri “kadın devrimi” olarak adlandırdı. İslamcı köktenciliğin oluşturduğu tehlikeden korkan milyonlarca kadının katıldığı söylendi.
Ankara ve İstanbul’daki kitlesel milliyetçi gösterilere rağmen 9 Şubat’ta [2008] Meclis Türk üniversitelerinde başörtüsüne izin verilmesi hakkındaki anayasa değişikliği lehinde oy verdi. [Alman] junge Welt’in 9 Şubat sayısındaki bir makale Erdoğan yönetiminin generallerin rızasını şimdilik nasıl aldığını şöyle açıklıyor:
“Bir yıldan az öncesine kadar Türk generalleri Erdoğan’ın ülkenin İslamlaştırılmasını ilerletmeye devam etmesi halinde ayaklanmayla tehdit ettiler. Fakat birdenbire ortada duyulacak hiçbir itiraz yok. DTP [Kürt yanlısı Demokratik Toplum Partisi] Milletvekili Aysel Tuğluk geçenlerde Meclis’teki bir konuşmasında bunun nedeninin hükümetle askerî güçlerin arasında bir anlaşma olduğunu açıkladı. Erdoğan ordudaki adamlara Kürt sorununda tam serbestlik verdi—ve karşılığında başörtüsü sorununda tam serbestlik aldı.”
22 Şubat’ta, Türk ordusunun Kuzey Irak’taki Kürtlere karşı karadan saldırısı devam ederken, Cumhurbaşkanı Gül başörtüsü yasağının kaldırıldığını teyit etti. Bu anayasa değişikliğine karşı Kemalistler ve Sivil Toplum Örgütleri Uluslararası Kadınlar Günü için 7 Mart’ta İzmir ve Ankara’da kitlesel protesto çağrılarında bulunmaya başlamışlar bile.
Bu seferberliğin ardındaki ana güç, çağdaş Türkiye’nin milliyetçi kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’ün “laiklik mirası”nın koruyucuları olarak kendilerini sunan ordu, burjuva Cumhuriyetçi Halk Partisi (CHP) ve Anayasa Mahkemesi’nin arasındaki de facto koalisyondur. Bu seçimin kendisine neden olan ise Mayıs 2007’de, ordunun hükümete karşı tehditlerinden cesaret alan Anayasa Mahkemesi’nin Gül’ün Cumhurbaşkanlığına atanmasını anayasaya aykırı bulmasıydı. 2007 Ankara protesto gösterileri, 2003-2004’te gizlice darbe planladığı iddiasıyla şu an soruşturma altında olan eski bir askerî önderin başında bulunduğu Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından düzenlenmişti. Kadınların özgürlüğü mücadelesinde kana bulanmış orduya bir müttefik olarak bel bağlamak ölümcüldür.
Sürekli Devrim İçin!
Bir kısmı Avrupa’da ve diğer kısmı Küçük Asya’da (Anadolu) yer alan ve emperyalizmin buyruğu altında olan Türkiye muazzam toplumsal ve siyasal çelişkilerin bulunduğu bir ülkedir. V.İ. Lenin ile birlikte Rusya’daki 1917 Bolşevik Devrimi’nin önderi olan Lev Troçki bu celişkileri “birleşik ve dengesiz gelişme” olarak adlandırdı. Müslüman ülkelerin arasında resmi olarak tek laik ülke olan günümüzün Türkiye’si, bir burjuva devrimi sonucu değil, fakat Atatürk’ün önderliğindeki milliyetçi güçlerin dinî Osmanlı devletini egemenlik altına almalarıyla doğdu. Yükselen Türk milliyetçiliği aynı zamanda, özellikle Ermenilerin ve Kürtlerin katliamı olmak üzere, ulusal azınlıkların acımasızca baskı altında tutulması demekti. Dengesiz toplumsal gelişme bu güne dek Türk toplumunun her yönünde görülmektedir. Oldukça büyük sanayi proletaryasının yanı sıra, Anadolu’da hala kapitalizm öncesi sömürü şekilleri altında yaşayan köylü kitleler vardır. İstanbul’daki barların, şık kafelerin, parlak alışveriş merkezlerin ve kot pantolonlu veya kısa etekli, başı açık kadınların sergilediği görüntünün ardında korkunç işsizlik ve yoksulluğun damgasını vurduğu, barbar, yüzyıllarca süren kadın karşıtı uygulamaların içine kilitlenmiş geniş bir ülke bulunmaktadır.
Siyasî İslam’ın güçleri, Türkiye’nin yazgısını kimin şekillendirip, kazançlara el koyacağı konusunda ordunun desteklediği “laik” burjuvazinin güçleriyle şimdi yarışıyorlar. Biz devrimci Marksistler bu çerçeveyi reddediyoruz, çünkü bunlar ülkeyi çağdaşlaştırmaya gücü yetmeyen, iflas etmiş kapitalist yönetici sınıfın önümüze serdiği “seçenekler”dir. Bizler ise bunların yerine, tüm ezilenlerin başında durarak, değişik etnik gruplardan oluşan Türkiye’nin güçlü işçi sınıfının devrimci seferberliğine bel bağlıyoruz. Sadece işçi sınıfı geri kalmışlığın zincirlerini paramparça edebilir.
Muazzam toplumsal çelişkileriyle Türkiye, Bolşevik Devrimiyle canlı olarak teyit edilen Troçki’nin sürekli devrim teorisi için güçlü bir argüman oluşturmaktadır. Troçki’nin teorisi, kapitalist gelişmesi emperyalizm çağında başlayan Türkiye gibi ülkelerdeki birleşik ve dengesiz gelişmenin ortaya çıkardığı temel demokratik sorunların çözümü için gereken programı sağlar. Ekonomik açıdan geri kalmış bu tür ülkelerde, emperyalist patronlarına bağımlı ve “kendi” proletaryalarından korkan zayıf ulusal burjuvazinin, eskiden Avrupa burjuva devrimleriyle bağlantılı demokratik görevleri yerine getirmeye gücü yetmez: devletin dinden ayrılması, tarım devrimi, ulusal kurtuluş. Bu görevlerin tamamlanmasını sağlamak için proletaryanın sosyalist devrimle iktidara gelmesi gerekir. Sömürü için dünyayı paylaşmış olan en büyük birkaç emperyalist güç yarı sömürge ülkelerdeki kitleleri ekonomik olarak boğmaktadır. Bu tür ülkelerde, Troçki yazdı,
“demokrasi ve ulusal kurtuluş elde etme görevlerinin tam ve gerçek çözümü ancak, başta köylü kitleler olmak üzere, boyun eğdirilmiş ulusun önderi olarak proletarya diktatörlüğü ile olasıdır.”
—Sürekli Devrim (1930)
İktidara gelince proletarya, üretimin kazanca değil, toplumsal gereksinimlere dayandığı kolektifleştirilmiş planlı bir ekonomi kurmak için, burjuvazinin ve onun emperyalist patronlarının mülküne el koyacaktır. Fakat devrim uluslararası alana, özellikle de gelişmiş kapitalist ülkelere yayılmadan bu toplumsal devrimin gelişimi dizginlenip eninde sonunda tersine çevrilecektir.
Türkiye işçi sınıfının mücadeleleri, sınıflar arası işbirliğine dayanan “iki-aşamalı devrim” programını iteleyen Stalinist reformistler tarafından defalarca zarar gördü. Stalinistler son derece anti-komünist CHP’deki sözde “ilericiler”den hayalî beklentiler besletmiştir. Sosyalizm için mücadeleyi belli olmayan bir geleceğe havale edip “demokratik” devrim için burjuvazinin efsanevî “ilerici” ve “anti-emperyalist” kanadıyla birlikte mücadele etme programı, yenilgi ardından kanlı yenilgi getirmiştir. 1965’te Suharto’nun Endonezya komünistlerini katletmesinden 1973’te Pinoçe’nin Şili kitleleri üzerindeki terör hükmüne kadar tarihin defalarca gösterdiği gibi, “iki-aşamalı devrimin” birinci aşaması işçilerin ve ezilenlerin kanıyla sonuçlanmıştır. İkinci aşama asla gelmez. “İlkeler ve Bazı Program Öğeleri Bildiri”mizde yazdığımız gibi (1998):
“Troçki’nin sürekli devrim programı, ezilen ülkelerin geri, emperyalistlere bağımlı kendi burjuvazilerinin kurtuluş aracı olabileceğine dair fantezilere bel bağlamaya alternatiftir.”
Türkiye’de, diğer geri kalmış ülkelerde olduğu gibi, kadınlara karşı baskı, emperyalizm tarafından kullanılan ve desteklenen dinci gericilik ve kapitalizm öncesi “göreneklerin” derinine kökleşmiştir. Her şeyden önce, her yerdeki kadınların boyun eğmesini sürdürmede belli başlı araç aile kurumudur.
17. ve 18. yüzyılda gelişen kapitalizm, eski feodal düzeni ayakta tutan aristokrasilere, monarşilere ve kiliselere karşı, kadınların çok büyük yararına olan toplumsal ve siyasal devrimler yarattı. Çoğu Batılı kadının var olduğunu farz ettiği temel haklar—kendi evlilik partnerini seçme, doğum kontrol, boşanma, eğitim hakkı, oy kullanma hakkı—geleneklere bağımlı, din adamı dolu Doğu ülkelerindeki kadınlar için mevcut değildir. Hristiyanlık ile Yahudilik yükselen sanayi kapitalizmine ve burjuva ulus-devletlerine ayak uydurmak zorunda kaldı, fakat İslam’ın uyum sağlaması gerekmedi ve bunun başlıca nedeni dünyanın emperyalizmin hâkimiyetine dayanak olarak, toplumsal geri kalmışlığı pekiştirdiği bölgelerinde kökleşmiş olmasıdır. Burjuva-demokratik kazanımlar kadınların aile kurumu içinde uğradıkları temel baskıyı ortadan kaldırmaz.
Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde (1884) Friedrich Engels baba tarafından sürdürülen tek-eşli ailenin “erkeği ailede üstün kılmak ve mülkünün gelecek varisleri olarak tartışmasız olarak kendisine ait çocuklar üretmek” için ortaya çıktığını anlattı. Devlet ve kurumsallaşmış dinin yanı sıra aile, nüfusu kontrol altında tutarak, otoriteye itaat etmeyi aşılayarak ve dinin etkisini güçlendirerek toplumsal gericiliğin ana dayanağıdır. Yöneticilere göre, yoksul ve işçi sınıfı kadınları sömürülen emekçilerin yeni neslini yetiştirme işlevini görmektedir. Evdeki kadınlar üretim merkezlerinin dışında bulunmaktadır. Fakat işçi sınıfı kadınları, işçi sınıfı erkeklerinin yanı sıra, kapitalist düzeni ortadan kaldıracak büyük potansiyel toplumsal güce sahiptir. Ancak sosyalist devrim, kolektif çocuk bakımı, çamaşırhaneler ve yemekhaneler aracılığıyla ailenin yerine geçilmesi ve ailenin kısıtlamalarından kadınların toplumsal bağımsızlığı için maddi temeli sağlayacaktır.
Geçen yıl boyunca Kemalist burjuvazi ve ordunun önderliğindeki gösterilerin sergilediği gibi, proleter sınıf mücadelesinin bir parçası olarak seferber edilmezlerse, kadınlar başka güçler tarafından gerici amaçlar için seferber edilebilirler. Kadınların yazgısı ve özgürlük için mücadeleleri stratejik bir sorundur. Kadınların ezilmesi kapitalist mülkiyet bağlarının ayrılmaz bir parçası olduğu için ve din tarafından ideolojik olarak desteklendiği için kadınlara karşı baskı kapitalist toplumda ortadan kaldırılamaz. Aynı zamanda, toplumsal gericiliğin tüm şekillerini güçlendiren kadınlara karşı baskıyı sona erdirmek için mücadele etmeksizin proleter devrim olmayacaktır.
Proletaryanın muazzam devrimci potansiyelinin önünü açmak için, sosyalist devrim mücadelesi ve işçi sınıfının siyasî bağımsızlığı programıyla ve aynı zamanda eşitlik ve özgürlüğün olduğu toplumsal düzenin geniş bir vizyonuyla donatılmış— kadınları da önderlerinin arasına çeken—gerçekten komünist bir işçi partisinin önderliği gerekmektedir. Böyle bir parti, kadınların tam eşitliği ve toplumsal güç kazanacakları işgücü içinde kaynaşmaları için mücadele edecektir. Böyle bir parti, eşit işe eşit ücreti savunacaktır ve “namus” cinayetleri, çok eşlilik ve başlık parası gibi tüm gerici uygulamaları sona erdirmek için mücadelede öncülük edecektir. Temel gereksinimler ve demokratik haklar için mücadele—görücü usulüyle (aileleri tarafından düzenlenmiş) ve zorla evliliğe ve peçeyle tecride son, yoksulluktan ve yasal olarak boyun eğmeden kurtulma, eğitim ve istek üzerine ücretsiz ve güvenli kürtaj hakkı da dahil olmak üzere ücretsiz sağlık hakları—emperyalistlerin egemen olduğu kapitalist toplumsal düzenin temellerine saldırıdır ve ancak sosyalist devrimle kazanılabilir.
“Başörtüsü Savaşları” ve Kadınlara Karşı Baskı
Emperyalistler AKP’nin geçen Temmuz’da [2007] yeniden seçilmesini memnuniyetle karşıladılar. “Gül Avrupa’da takdir edilmektedir”, Avrupa Birliği’nin (AB) bir sözcüsü ilan etti ve ABD’deki finansal analistler de aynı şekilde AKP lehinde konuştular. Daha önce iktidarda olduğu beş yıl içinde AKP özelleştirme faaliyetlerini yürüttü, Türkiye’deki sendikalara saldırdı ve çoğunlukla IMF’nin buyruklarını harfi harfine yerine getirdi. İstikrar ve emperyalistler için kâr sağladığı sürece, Erdoğan’ın Türkiye’nin çelişkilerini İslam lehine çözme hedefi Avrupalı ve Amerikalı efendilerini fazlaca rahatsız etmeyecektir.
Zaferinin ardından, AKP bu konuda hiç boşuna zaman harcamadı. Üniversitelerde ve resmî kurumlarda uzun süredir devam eden başörtüsü takma yasağını ortadan kaldırdı ve şu anki anayasada hükümeti kadınlar ve erkekler arasındaki “eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlü” kılan anayasa maddesini, kadınları “özel olarak korunmaya” gereksinim duyan, kolay incinen bir grup olarak niteleyen maddeyle değiştirmeyi öneren yeni anayasa değişiklikleri sundu. Bu arada, İslamcı gericiliğin cesaretlendirilen güçleri, İstanbul gibi şehirlerde de dahil olmak üzere, Türkiye’deki siyasal ve toplumsal manzarayı değiştirmeye başlıyor. Bazı hükümet daireleri çalışma programlarını namaz saatlerine göre düzenliyor ve tamamen gerici bir önlem olarak liselerde erkek ve kızlar ayrılıyor. Müslümanlar için mübarek olan geçen sonbahardaki Ramazan ayında çoğu lokanta alkol servisini durdurdu ve polis alkol ve sigara içtikleri için insanları vahşice dövdü. Yakın Doğu’da yirmi yıldan fazla bir zamandır yükselen siyasî İslam’ın etkileri peçe ve başörtüsünün giderek yaygınlaştığı İstanbul’da bellidir. Bugün, herhangi bir tür örtü, Türk kadınlarının yüzde 60’ından fazlası tarafından takınılmaktadır.
Örtünme yasağı cumhuriyetin ilk dönemlerine uzanmaktadır. Ülkeyi silah zoruyla çağdaşlaştırma hamlesinde Atatürk, dini sembollere karşı enerjik bir şekilde kampanya yürüttü ve okullarla resmi kurumlarda her tür dinî kıyafetleri yasaklayan kararnameler çıkardı. Günümüzün “başörtüsü savaşı” 1980’li yılların başlarına uzanmaktadır. O dönemde, kendisini “laik düzenin” koruyucusu ilan eden ordu 1980 darbesinden sonra başörtüsü yasağını pekiştirdi. İslamcı köktenciliğin yükselen güçleri doğal olarak buna karşı çıktılar.
Necmettin Erbakan’ın İslamcı Refah Partisi 1996’da iktidara yükseldiğinde ve resmi dairelerde örtünmeye izin verdiğinde, “devleti çökertici İslamcı etkinlikler” akışını durdurma çabalarının bir parçası olarak ordu, başörtüsü yasağını güçlendirdi. 1997’de ordu Erbakan’ı iktidardan devirdi ve 1998’de Refah Partisi yasaklandı. İşte bu ortamda, başörtüsünü çıkarmayı reddettiği için 1998’de İstanbul Üniversitesi’nden kovulan tıp öğrencisi Leyla Şahin yasağın kaldırılması için yasal yollara başvurdu. Kasım 2005’te burjuva Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’nin kadınlara üniversitelerde başörtüsü takma yasağını destekleyerek Leyla Şahin’in davasında hüküm verdi.
Şekli ne olursa olsun, kadınlara karşı baskının hem sembolü ve hem de aracı olarak, biz örtünmeye karşıyız, fakat devlet tarafından yasaklanmasına veya kısıtlanmasına da aynı oranda açıkça karşıyız. Marksist olarak bizler demokratik ilke olan dinle devletin ayrılmasını destekliyoruz ve hem devletin dinî okulları finanse etmesine hem de devlet eğitim kurumlarında din derslerine karşıyız. Biz herkes için ücretsiz, laik eğitim taraftarıyız. İslamcı köktenciler başörtüsü yasağına getirilen herhangi bir gevşemeyi kadınlara örtünmeleri için toplumsal baskı uygulamak amacıyla kullanacaklardır. Buna rağmen, devletin özel dinsel uygulamalara müdahalesine karşıyız, çünkü bu devletin dinsel azınlıkların yaşamlarına karışmasına ve işçi ile solcu örgütlerine karşı baskı uygulamasına yol açmaktadır.
Örtülü Müslüman kız ve kadınlara karşı Batı Avrupa’da yayılan yasaklara da karşıyız. Bu yasaklar açıkça ırkçıdır ve hem kızların okullardan atılmalarına hem de kadınların iş ve resmi yerlerden kovulmalarına neden olmuştur. Avrupa’daki ezilen Müslüman azınlık, ırkçılık, ayrımcılık ve polis baskısı nedeniyle her gün aşağılanmaya maruz kalmaktadır. Peçeye karşı histeri, genel olarak Müslümanlara karşı yöneltilen ırkçı “teröre karşı savaş”ın da uzantısı olarak hizmet görmektedir.
Batı Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de, başörtülerini çıkarmayı reddettikleri için dindar kadınları eğitim ve üniversitelerden menetmek, ancak onların laik çevrelerden daha da uzaklaşmalarına yol açıp, dinsel gericiliğin ve aile hâkimiyetinin etkisini arttıracaktır. Üstelik Leyla Şahin’in ve başörtüsünü takabilecekleri ABD’ye okumaya gönderilen Erdoğan’ın kızlarınınki gibi olaylar, “demokratik” haklar adına dinci gericilik için çekim noktalarına dönüşmektedir. Genelde yoksul olan Türk kadınlarının çoğu Erdoğan’ın kızlarının gibi olanaklara sahip değildir. Yazgıları zorla evlilik, ardı ardına hamilelik ve boğucu ev işleri olmaya devam edecektir.
Erdoğan ve İslamcı kadın gruplarının iddialarının tersine, örtü “dinî özgürlüğün” uygulanmasının bir örneği veya bir tanrıya adanmışlığın göstergesi değildir. Hristiyanların haçı veya Yahudilerin takkesi gibi sadece dine üyeliğin gerici bir simgesi de değildir. Örtü, kadınların erkeklere boyun eğmelerinin fiziksel simgesidir; onların ast konumlarının sürekli, dayatılmış teyididir. Gerici şeriat yasalarının (İslamcı hukukun) kadınlara dayattığı tecrit edilmenin (inzivanın) evin dışına uzantısını temsil etmektedir.
Kadının bedenini örtmesini ilginç bir kültürel özellik veya sadece bir giyisi “seçimi” olarak göstermek liberal saçmalıktır. Bu tür “kültürel rölativizm” korkunç baskıyı hoşlaştırmaktadır ve Marksistler bunu reddeder. Başörtüsü, bedene hapishane olup altındaki giyeni boğan çarşaftan veya peçeden daha az eziyetli olabilir, fakat bunların hepsi kadının tam olarak insan olmayıp mülk olduğu görüşünü yansıtıyor. Örtü (ve peçe), İran, Suudi Arabistan ve bunların ötesinde faaliyet gösteren gerici İslamcı güçlerin toplumsal programının çarpıcı göstergesidir ve kadınlar için tam kulluktan aşağı bir anlama gelmemektedir.
Atatürk ve Burjuva Milliyetçiliğinin Sınırları
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve 1. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisiyle Yakın Doğu Britanya ve Fransız emperyalistleri arasında bölüştürüldü. Yağmacı Sevr Antlaşması Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına ve Balkanlar’dan atılmasına yol açtı. Fakat emperyalistler Bolşevikleri hesaba katmamışlardı. 1917 Rus Devrimi—ve onun emperyalist-destekli karşıdevrimci Beyaz ordularına karşı üç yıl süren kanlı İç Savaş sırasında genelde Müslüman Orta Asya’ya yayılması—Bereketli Hilâl bölgesinden geçerek Mısır’dan İran’a uzanan, Britanya güçleri tarafından işgal edilen geniş kuşakta bir dizi ulusal ayaklanma ve halk isyanlarına yol açtı. Türkiye’de, 1919 köylü ayaklanması Atatürk’e ve onun burjuva-milliyetçi güçlerine kitlesel destek verdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarından ortaya çıkan Türk cumhuriyeti, 1923’te emperyalist güçleri, özellikle Türkiye üzerinde hâkimiyetini öne sürmeye çalışan Britanya’yı kovan şiddetli savaşın ertesinde kurulmuştu. Britanya sponsorlu askerî saldırının yenilgisi, Lenin’in önderliğindeki Sovyet Rusya’nın geniş ekonomik ve askerî desteğiyle gerçekleşti.
Atatürk ve onun Cumhuriyetçi Halk Partisi çağdaş endüstri yoğunlaşması yetersiz olan, ekonomik açıdan geri kalmış bir ülkeyi miras aldı. Küçük bir kapitalist sınıf var olduğu kadarıyla, Ermeni ve Rum’du ve daha küçük bir kısmı da Yahudi’ydi. Kemalist hareket, ulusal kapitalist devleti kurmak için Türk milliyetçiliğini silah olarak kullandı. Ermeniler—1. Dünya Savaşı’nda soykırımcı seferlerin mağdurları— ve Rumlar ülke dışına sürüldüler ve Yahudiler katliamcı şiddete uğradılar.
Yeni doğan Türk burjuvazisinin öncüsü olarak hareket eden Kemalistler, çağdaş kapitalist ulus-devletinin gelişmesinin önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmaya yönelik reformlardan oluşan bir programa giriştiler. Kurumsallaşmış İslam’ın yapılarını sökerek ülkeyi “laik” bir cumhuriyet ilan ettiler ve hilâfeti (İslamî hükümdarın makamını) kaldırdılar. Ulusal sınırları tanımayan İslam, Kemalistlerin Türk ulus-devleti kurma amaçlarına ters düşüyordu ve devlet dini olmaktan çıktı. İsviçre Medeni Kanunu ve İtalyan Ceza Kanunu’na dayalı anayasa Şeriat kanunlarının yerini aldı, çok eşlilik (poligami) yasaklandı ve dinî mezhep ve dernekler feshedildi. Dinî simgeler—örtü okullarda ve resmi dairelerde, ve fes her yerde—yasaklandı. Latin alfabesi getirildi ve Batı takvimi kabul edildi.
Kadınların toplumsal konumu da değişti. Emperyalist bir katliam olan 1. Dünya Savaşı’nda ve Türk Bağımsızlık Savaşı’ndaki büyük erkek kaybı işgücü açığı yarattı. Bunun sonucunda, kadınlar işgücüne çekildi. 1930 yerel seçimlerde onlara oy hakkı verildi. 1934’te, birçok Avrupa ülkesindeki kadınlardan çok önce, kadınlar meclis seçimlerinde oy verme ve aday olma haklarını kazandılar. 1937 seçimlerinde, meclise 18 kadın milletvekili seçildi (bir daha asla ulaşılamayan bir sonuç).
Atatürk kendini, kaleminin birkaç darbesiyle, ülkeyi ortaçağlardan 20. yüzyıla çekebilecek bir modernleştirici gibi gördü. Yüzde 80’i kırsal olup feodal ilişkilerin hâkim olduğu geri kalmış topluma nakledilen reformları ister istemez kısmîydi ve itirazlara ve tersine çevrilmeye yatkındı. Türkiye sadece ulusal burjuvaziden değil, fakat ülkeyi ancak onun dönüştürebileceği ve sürekli toplumsal ilerlemenin temelini atabileceği kayda değer proletaryadan da yoksundu. Troçki’nin Sürekli Devrim’de yazdığı gibi:
“Emperyalist çağın koşullarında ulusal demokratik devrim, ancak ülkedeki toplumsal ve siyasî ilişkiler proletaryayı halk kitlelerinin önderi olarak iktidara getirecek kadar olgunlaşmışsa muzaffer bir sona ulaştırılabilir. Peki, ya durum böyle değilse? O zaman, ulusal kurtuluş mücadelesi ancak çok kısmî sonuçlar verecektir ve bunlar da bütünüyle çalışan kitlelere karşı yöneltilmiş olacaktır.”
Türkiye’deki sonuçlar ilk olarak henüz deneyimsiz Komünistlere karşı yönelikti. Sovyet-Türk Anlaşması’nın ertesinde Atatürk’ün Komünist Partisi üzerindeki yasağı kaldırmasına rağmen, 1922-1923’te Britanya-destekli Yunan ordusu yenildikten sonra, Atatürk, önderlerini öldürterek Komünistleri ezdi. Genç Sovyet devleti ve Komünist Enternasyonal, Türkiye’de sosyalist devrim davasını ilerletmeye çalışmıştı ve Komintern “Türkiye’deki yönetici sınıfların bu yeni suçları”nı kınadı.
Atatürk’ün reformları temel demokratik sorunları çözemedi. Toprak reformu veya toprak ağalarının toprağına el koyma girişimlerinde bulunulmadı. Ulusal azınlıklar sorununu, özellikle de Kürt sorununu çözmenin tersine, Atatürk dinsel gericilikle savaşmak adına Kürtlere karşı kanlı bir saldırı başlattı. 1930’ların sonlarına doğru, 1,5 milyon kişi ya katledildi ya da taşınmak zorunda kaldı. Kürt dilinin resmî yerlerde kullanılması ve öğretilmesi yasaklandı. Hilâfet kaldırıldı, fakat camiyle devletin gerçek ayrılışı hiç yerine getirilmedi. Daha doğrusu, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla dinsel hiyerarşi devletin kontrolü altında alındı. Bugün, 80,000 imam personeliyle bu kurum, yaklaşık 77,000 cami, din okulu, vakıf ve hayır kuruluşlarından oluşan bir ağı kontrol etmektedir ve hatta Cuma hutbesinin içeriğini belirlemektedir.
Şehir kadınları, özellikle de yönetici sınıfından olanlar, Kemalist reformlardan mutlaka yararlandılar. Fakat kadınların büyük çoğunluğunun, özellikle de geri kalmış, tutucu kırsal bölgelerdekilerin yaşamları çok az değişti. Başörtüsü yasağı, özgürleştirici bir önlem olacağına, kadınların okul, kamu hizmetleri ve resmî yaşamdan dışlanmalarını daha da arttırdı. Laik, eğitimli burjuvazi ve cahil kitleler arasında, şehir ve kırsal bölgeler arasındaki uçurum genişledi. Gerçekten, Kemalist elit tabakanın kadın haklarının savunucusu olma yönündeki tavrından daha alaycı bir şey yoktur. Kadınları özgürleştirme bahanesiyle okullarda örtüyü yasaklayan aynı Türk devleti, yıllarca kız öğrencileri, gözaltına alınan kadınları ve devlete ait yetiştirme yurtlarındaki kızları bekâret testinden geçmeye zorladı ki bu uygulama ancak 1999’da, 5 kızın intihara girişmesinden sonra yasaklandı. Kadınların ast konumu, okul kitaplarında çocuklara dayatılan “Baba ailenin başıdır, yemekleri pişiren ve çocuklara bakan karısı ise onun yardımcısı ve eşidir” mesajıyla pekiştirilmektedir.
Sosyalist Devrim Aracılığıyla
Kadınların Özgürlüğü İçin!
Sovyet Rusya’daki, özellikle de Orta Asya’daki toplumsal dönüşümler, Kemal Atatürk’ün Türkiye’si ile güçlü bir zıtlık oluşturdu. Kemalizm ve Bolşevizm arasında esaslı bir proleter devrimin devasa başarısı bulunmaktadır. Burjuvazinin mülküne el koyup, toprağı kamulaştırıp ve sanayiyi kolektifleştirdikten sonra, Bolşevik Devrimi “halklar hapishanesi” olan çarlıktaki sayısız ezilen halka ulusal haklarını verdi ve toprak sahibi soyluların arazilerine el konuldu. Ekonomiyi emekçilerin yararına planlama yönünde işçi devleti tarafından atılan ilk adımlar, çalışan kadınlara büyük kazançlar getirdi.
Özel mülkiyetle ve özellikle de baskıcı bir kurum olan aileyle bağlantılı olan kadınlara karşı baskı konusundaki Marksist anlayış, dünya çapında sosyalizmi inşa etme yönündeki Bolşevik program ve stratejisinin ayrılmaz bir parçasıydı. Rus Devrimi kadınların ekonomik, toplumsal ve siyasal hayata tam olarak katılımlarını sağlamaya çabaladı (bkz. “Rus Devrimi ve Kadınların Özgürlüğü”, Spartacist [İngilizce baskısı] No. 59, İlkbahar 2006). Fakat Bolşevikler basitçe, kararname ile Rusya’nın geri kalmışlığının ve yoksulluğunun üstesinden gelemeyeceklerinin yoğun bir şekilde bilincindeydiler—ailenin toplumsal işlevinin yerine geçilmesi için maddi temeli atacak niteleyici ekonomik gelişme olmaksızın kadının tam özgürlüğünün ütopik bir fantezi olduğunu biliyorlardı. Bu yüzden Komünist Enternasyonal’i kurdular ve devrimin uluslararası alanda ileri sanayi ülkelerine genişletilmesi için mücadele ettiler.
Tarihsel olarak Müslüman olan Orta Asya bölgelerinde Bolşevikler, muazzam bir görev olan kadınları özgürleştirmeye çabalama görevini üstlendiler. “Kadınların özgürlüğü cephesinde düşen şehitler” hakkında konuştuklarında, Kadınlar Arasında Çalışmalar Bölümü’ndeki (Jenotdel) azimli ve kahraman eylemcilerden bahsediyorlardı. Bu eylemciler, Müslüman Doğu’nun kadınlarına hayatlarını değiştirecek olan yeni Sovyet kanun ve programların haberlerini getirmek için peçeyle örtündüler. Küçük fakat önemli bir proletaryanın devlet gücünü elinde tuttuğu Orta Asya’da işçi devleti, Sovyetler Birliği’nin daha gelişmiş kentsel bölgelerinin ekonomik fazlalığının bir kısmını buraya yatırabildi. Planlı ekonominin yaratıcı kapasitesinin iş, eğitim, sağlık hizmetleri ve toplumsal hizmetler sağlayarak ilkel İslamî gelenekleri güçsüzleştirecek çapta gelişmesi yirmi yıl kadar sürdü. Fakat bu sürenin sonunda, Bolşeviklerin devrimci programının yerini Stalinizm’in milliyetçi “tek ülkede sosyalizm” kurma ideolojisi ve aileyi karşıdevrimci bir şekilde yüceltmesi aldı. Sovyet işçi devletinin dejenerasyona rağmen, Bolşevik Devrimi’nden önce koşulların bugün Afganistan’da olduğu kadar geri ve aydınlanmamış olduğu Sovyet Orta Asya’da planlı ekonomi, kadınlar ve tarihsel olarak Müslüman halklar için kaydettiği büyük ilerlemelerde üstünlüğünü gösterdi.
Türkiye’de, kırsal toplumların geri kalmışlığına sinmiş barbar bir uygulama olan artan sayıdaki “namus” cinayetlerinin başlıca nedeni baskıcı aile kurumudur. 1983’te Yılmaz Güney’in Yol filmi hakkında bir makale yazdık (Women and Revolution No. 27, Kış 1983-84). Bu filmde bir adam kendisini aldattığı için ceza olarak karısını öldürüyor, ve anne babaları onaylamadığından evlenebilmek için kaçmak zorunda kalan genç bir çift yakalanıyor ve gelinin ailesi tarafından öldürülüyor. Yirmi dört yıl sonra, yılda en az 200 kız ve genç kadının aileleri tarafından öldürüldüğü sanılıyor. Gerçek rakam ise çok daha büyük olmalı, çünkü çoğu “namus” cinayeti gizlenip bildirilmiyor veya “zorunlu intihar” şeklini alıyor. BM’nin bir raporuna göre bu barbar cinayetler dünya çapında yılda 5,000’nin üzerinde ki bu rakam elbette gerçeği olduğundan eksik gösteriyordur.
Karşılıklı rızaya dayanan evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmak, görücü usulü evliliği reddetmek, kısa etek giymek, flört etmek, bir erkeğe gizlice bakmak veya bir yabancı ya da akraba tarafından tecavüz edilmek gibi “suçlar” için genç kızlar boğazlanmış, canlıyken gömülmüş veya ölene dek taşlanmıştır. Kötü niyetli mahalle dedikodusu ölüm cezasına neden olabilir. Kanunlar “haksız kışkırtma”yı mevcut savunma olarak sağladığından, yakın zamana kadar katiller hafif cezalar aldı.
Kadının “namus”unun ölçülebilir bir mal olduğu yoksul kırsal Türkiye’de genç gelinler düğün gecelerinden sonra kanlı bir çarşafı sergilemek zorunda bırakılarak aşağılanıyorlar. Anadolu’da kızlar, çoğu kez çok genç bir yaşta daha önce hiç görmedikleri erkeklerle evlendiriliyor, uygun fiyatta satın alınmış sığırlardan biraz daha iyi muamele görüyorlar. Boşanma toplumsal bir tabu sayılıyor ve son derece ender; 30 yaşının üzerinde kadınların sadece %2,6’sı tek başına yaşıyor. Etnik gruplar ve mezhepler arasında evliliklere izin verilmiyor. Bu çizgileri aşmak kadınlar (ve onlarla evlenen erkekler) için ölüm cezası anlamına gelebilir.
Türk ve Kürt kadınların zorlukları Avrupa’ya göç etmeleriyle son bulmuyor. Ayrı tutulan göçmen topluluklarında tüm gerici, baskıcı gelenekler memlekete bağlantılar aracılığıyla korunmaktadır. Genç göçmen ve azınlıklara ait kadınlar bu toplumların ırkçılığı ile baskıcı, katı aile kuralları arasında kıstırılmıştır. Maddi yönden bağımsızlık sağlayacak işler bulamayınca, hayat onlar için sonsuz bir acılar hikâyesidir. Almanya’da yaşayan genç Kürt bir anne olan Hatun Sürücü’nün 2005’te kardeşleri tarafından öldürülmesi, kadınların hayatlarıyla ödeyebileceklerini gösteriyor. Hatun Sürücü’nün “suçu” görücü usulü evliliğini bitirmek, çocuğuyla bağımsız bir hayat istemek ve Batılı bir yaşam tarzı seçmekti. “Almanya’da ‘Namus’ Cinayetleri” (Workers Vanguard No. 850, 10 Haziran 2005) makalesinde açıkladığımız gibi:
“Kadınların cinselliğinin aileleri tarafından kontrol edilmesi olan ‘aile namusu’ kavramı sadece İslam’a ait değildir, fakat daha doğrusu akraba olan bir dizi geniş aileden oluşan bir klanın, toprağa birlikte sahip olup birlikte çalıştırdıkları bir üretim biçimiyle bağlantılıdır.”
Gerçekten, Yakın Doğu’da “namus” cinayetleri Müslüman ailelerde görüldüğü gibi Hristiyan ailelerde de görülmektedir. Engels etkili bir şekilde açıkladı: “Karının sadakatinden ve dolayısıyla çocukların babalığından (paternity) emin olmak için, kadın koşulsuz olarak kocanın otoritesine teslim edilmektedir; eğer koca karısını öldürürse, o sadece haklarını kullanmaktadır.”
İslam Yükseliyor, Kadınlar Düşüyor
Erdoğan İranlı köktenci mollaların Türk versiyonu olmadığını göstermek için özen göstermiştir ve bunda da bir gerçek vardır. Fakat o ve AKP, toplumsal yaşamda İslam’ın hâkimiyetinin önündeki tüm bariyerleri yıkma hedefleri konusunda her zaman açık olmuşlardır. “Allaha şükür, ben bir şeriat hizmetçisiyim” diye Erdoğan bir zamanlar övündü (Wall Street Journal, 19 Ekim 2006). 1994’te İstanbul belediye başkanı seçildikten sonra, kendisini şehrin imamı ilan etti, resmî toplantıları dua ile başlattı ve belediyeye ait lokantalarda alkolü yasakladı. Bu yasak şimdi Türkiye’nin 81 ilinden 61’ine uzatılmıştır. Erdoğan kürtaj ve doğum kontrolüne karşı ve başarısız olarak, zinayı suç haline getirmeye çalıştı. Kadınlarla el sıkışmaz. “İslam İslam’dır” diyerek, Erdoğan Türkiye’nin “ılımlı” İslam devleti olduğu iddialarını reddetmiştir (Today’s Zaman, 10 Ekim 2007).
Dinî şiddetin milliyetçilikle rekabet ettiği bu gerici iklim ölümcül bir tehlikedir. 92 yaşında bir Sümer tarihi profesörü örtünün kökenini Sümer zamanlarındaki fahişelerle ilişkilendiren bir kitap yayınladığı için yargılandı. 1990’larda laik yazarlar, akademisyenler, feministler ve gazeteciler, köktenciler tarafından olduğu gibi milliyetçiler ve orduya yakın çevreler tarafından da bir dizi saldırı esnasında öldürüldüler. Yakın geçmişte, kimi aydın ve yazarlar “Türklüğe hakaret etme” nedeniyle yargılandılar. Bunların arasında Orhan Pamuk da vardı. Ona karşı suçlamalar uluslararası protestolar sonrasında kaldırıldı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerindeki kitlesel Ermeni cinayetlerin açığa çıkarılmasını savunan Türk-Ermeni gazeteci Hrant Dink daha az şanslıydı. Bir Türk milliyetçisi tarafından öldürülmesi, “Türk kimliğine hakaret”ten suçlu bulunmasının doğrudan bir sonucuydu.
Son yirmi yılda Yakın Doğu’nun çoğunda olduğu gibi, kitlesel siyasî güç olarak İslamcı köktencilik Türkiye’de burjuva milliyetçiliğinin beceriksizliği, yozlaşması ve iflasından kaynaklanan düş kırıklığı, Stalinistlerin ihaneti ve her şeyden önce, geçerli bir komünist alternatifin yokluğunun gerici bir sonucudur. Kitlelerin korkunç yoksulluğu ve aşağılanmalarından doğan hüsran, öfke ve umutsuzluğu İslamcı köktenciliğin yayılmasına verimli bir zemin sağlamıştır. Din sadece insanların afyonu olmakla kalmayıp, Marks’ın dediği gibi, ayrıca:
“Dinsel acı çekme, gerçek bir acı çekmenin ifadesidir ve aynı zamanda gerçek acı çekmeye karşı bir protestodur. Din, ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi ve ruhsuz koşulların ruhudur.”
Milyonlarca yoksullaştırılmış köylü, işsiz gençler ve kırsal bölgelerden göç edip Türkiye’nin büyük şehirlerini çepeçevre saran gecekondularda yaşayan düşük-maaşlı emekçiler dinde rahatlatıcı bir sığınak buluyorlar. Onlar, umutlarını sadece cennete değil, fakat daha çok İMF tarafından dayatılan tasarruf önlemlerince tahrip edilmiş, yetersiz devlet hizmetlerine hayatî derecede gerekli alternatif haline gelen dinin dünyevî temsili olan klinikler, okullar, hayır kurumları, kooperatifler ve diğer ücretsiz kişisel ve toplumsal hizmetlerden oluşan İslamî dayanışma ağlarına da umutlarını yöneltmektedirler. Onlar, anti-emperyalistler, kitlesel yoksulluktan kurtarıcılar ve toplumsal adalet savaşçıları olarak poz veren İslamcı köktencilerin saflarını takviye etmek için dipsiz bir kaynak oluşturmuşlardır.
İslamcı köktencilik “laik” ordudaki generallerin yönetimi altında 1980’li yılların başlarında gelişmeye başladı. İslam, komünizm ve sendikal militanlığa karşı potansiyel bir siper olarak görüldü. Generallerin anayasası, tüm üniversite-öncesi düzeylerde dinî eğitimi zorunlu kıldı. İmamlar için kurulan din okulları, İslamcı ideoloji için fideliktiler ve İslamcı köktenci harekete eylemciler ve önderler sağladı. Askeriyenin yönetimi sırasında imam hatip okulu mezunlarının sayısı on dört kat artarken, laik devlet okullarınınki üç kez arttı.
İslamcı köktenci hareketin dönüm noktası 1979 İran “devrimi” idi. Bölgedeki en baskıcı, Batı-destekli rejimlerden birini deviren bu kitlesel ayaklanma, birçok yoksul Müslüman’ın zihninde İslamcı gericiliği (yanlış olarak) kurtuluşun anti-emperyalist ideolojisi olarak yeniden tanımladı. Dünyadaki solcuların çoğu İranlı mollaların peşine takılırken, Enternasyonal Komünist Liga (o zamanlar enternasyonal Spartakist tandans [akım]) şöyle beyan etti: “Kahrolsun Şah! Kahrolsun Humeyni! İran’da işçi devrimi için!” İktidara gelince mollalar, kadınları peçe altında esir etti, binlerce işçi, solcu ve eşcinseli katletti ve Kürtlerle diğer azınlıklara karşı ölümcül baskıyı şiddetlendirdi.
Sovyetler Birliği’nin 1979 Afganistan müdahalesine karşı 1980’lerde ABD emperyalizminin Afgan mücahidin kutsal savaşçılarını büyük çapta silahlandırması ve örgütlemesiyle İslamcı köktenciliğin büyümesi daha da hızlandı. Bu CIA’nin [Amerikan İstihbarat Teşkilatının] tüm zamanların en büyük gizli operasyonuydu ve Afganistan’ı, emperyalistlerin kapitalist karşıdevrimle Sovyetler Birliği’ni yıkma yönündeki aralıksız çabalarının ön cephesine dönüştürdü. Bizler, Afgan halklarına, özellikle de korkunç derecede ezilen kadınlara, kurtuluş yolunu açtığı için Kızıl Ordu’nun müdahalesini selamladık ve Ekim 1917 Devrimi’nin kazanımlarının Afgan halklarına uzatılması için çağrıda bulunduk. Ana konusu kadınların özgürlüğü olan modern tarihin ilk savaşında Kızıl Ordu, peçesiz kadınların yüzlerine asit atan ve küçük kızlara okumayı öğreten öğretmenleri katleden, emperyalistler tarafından silahlandırılmış ve finanse edilmiş, ölüm saçan İslamcı köktencilerle mücadele etti. Sovyet askerlerinin 1989’da Afganistan’dan çekilmesini, kadınlara ve ezilen halklara ihanet olarak kınadık. Kızıl Ordu’nun çekilişi, sadece Sovyetler Birliği’nin halkları için değil, fakat enternasyonal işçi sınıfının tümü için tarihsel bir yenilgi olan SSCB’nin kendisinin son çöküşüyle doğrudan bağlantılı, kritik bir olaydı.
Biz Troçkistler, Sovyetler Birliği’ni ve daha önce Doğu Avrupa’nın deforme işçi devletlerini savunmak için son barikata dek mücadele ettik. Kapitalist karşıdevrime ve emperyalizme karşı bu devletlerin koşulsuz askerî olarak savunulması ve Stalinist bürokrasilerin proleter siyasî devrimle devrilmesi olan Troçkist programımız tarafından yönlendirildik. 1989-92 yıllarında Enternasyonal Komünist Liga, önce Doğu Almanya’da ve sonra da Sovyetler Birliği’nde, 1917 Ekim Devrimi’nin kazanımlarını savunmak için kimsenin müdahale etmediği yerde müdahale etti. Karşıdevrimin Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki zaferine rağmen, dünya nüfusunun yaklaşık olarak çeyreği kapitalist sömürücülerin yönetmediği ülkelerde yaşıyor. Bugün, geri kalan deforme işçi devletlerini—Çin, Küba, Vietnam ve Kuzey Kore—savunmak için mücadele ediyoruz. [Bu ülkelerde] kapitalist karşıdevrim mahvedici olacaktır ve işçilere, kırsal emekçilere, kadınlara, azınlıklara ve göç edenlere karşı daha vahşî saldırılar başlatmak için dünyanın her yerinde kapitalistleri cesaretlendirecektir.
Sovyetler Birliği’nin karşıdevrimci yıkılışı, dünyanın her yerinde dinsel gericiliğin büyümesini büyük ölçüde teşvik etmiştir: Müslüman dünyasında İslamcı köktencilik, ABD’de Protestan köktenciliği, İsrail’de Ortodoks Yahudi köktenciliği, ve Katolik Kilise’nin gittikçe artan etkisi. Yakın Doğu’da, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün bir sonucu olarak sosyalizm geçerli bir seçenek olarak değil, en fazla başarısız bir deneyim olarak görülmektedir. Bir zamanlar komünizme bağlılığın yaygın olduğu bölgede, bugün kitleler geniş ölçüde bir yanda İslamcıları veya diğer yanda milliyetçileri sadece iki inandırıcı seçenek olarak algılıyorlar.
Türk burjuvazisinin yönetimini devirmek, ardındaki tüm ezilenlere öncülük ederek, Türkiye’deki işçi sınıfının görevidir. Bu perspektif için asıl gereken Marksist bir işçi partisinin oluşturulmasıdır. Emperyalizme karşı ve kendi kapitalist yöneticilerine karşı çeşitli proletaryaları mücadele içinde birleştirmek için, Yakın Doğu’nun her tarafında bu tür partiler kurulmalıdır. Yakın Doğu’da işçi yönetimi için mücadele, Türkiye’nin müttefiki olan Siyonist garnizon devleti İsrail’in, Arap/Yahudi işçi devrimiyle param parça edilmesini de içeriyor. Proletaryayı efsanevî “ilerici” burjuva güçlerinin emri altına koyarak bu devrimci perspektifi alay edilecek hale getiren Yakın Doğu’nun Stalinleştirilmiş Komünist partileri, çalışan ve ezilen kitlelerin arasında İslamcı köktenciliğin büyümesinde sorumluluğu paylaşıyorlar. Gerçek Marksizm’i yerleştirmek ve Yakın Doğu proletaryasını sosyalist devrim mücadelesi içinde milliyetçilik ve köktencilikten koparmak için devrimci işçi partilerin kurulması zorunludur.
Türkiye ve Emperyalist Düzen:
Soğuk Savaştan AB’ye
Yüz yıldan fazla bir süredir, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarından beri, Türkiye emperyalistler için hem piyon hem de ödül olmuştur. Avrupa’daki en büyük NATO ordusuyla, Soğuk Savaş sırasında Türkiye, anti-Sovyet emperyalist askerî ittifakta stratejik bir siper olarak hizmet gördü. Bugün Türkiye, ABD’nin askerî parmağı altındadır ve ekonomik olarak Alman emperyalizmine bağımlıdır. Avrupa’ya çok önemli bir enerji hattı sunarak, Yakın Doğu’da emperyalistlerin çıkarlarını koruyup genişleterek stratejik bir merkez işlevini görmektedir. 1991’de, ABD emperyalistlerinin Irak’a karşı kanlı savaşında Türkiye fırlatma rampası olarak hizmet gördü.
Atatürk’ün mirasının bekçisi olduklarının çok bilincinde olan ordudaki generaller, bonapartist burjuva milliyetçiliği ile Batı
yanlısı “laiklik” ve şiddetli anti-komünizmi birleştiriyorlar. Batı emperyalizminin ve yerli ulusal burjuvazinin ajanı olarak hareket ederek, halk arasındaki çalkantıyı dindirmek için üç kanlı, emperyalist-destekli darbe düzenlediler, 1960’ta, 1971’de ve 1980’de. Generaller emeğin ve solun yeminli düşmanlarıdır ve “Atatürk mirasının yolu”na binlerce Kürdün, Komünistin ve emekçi sendika önderinin cesetleri yayılmıştır. Sızdırılmış bir meclis raporuna göre, güvenlik güçleri ve faşist Bozkurt ölüm mangaları 1990’lı yıllarda 14,000 çözülmemiş cinayet ve kayıpların birçoğundan sorumluydu. 1 Mayıs 2007’de İstanbul’da yürüyüş yapan işçiler, polis tarafından vahşî bir saldırıya uğradı; 600’e yakın kişi tutuklandı.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabul edilmesi konusu ülkedeki siyasal yaşamın her yönünü etkiliyor. Türk yönetici sınıfı, Avrupa Birliği’ne girmek için yıllardır kampanya yürütmüştür ve kabul edilmenin bedeli olarak “insan hakları” sicilini düzeltmek için baskıya uğramıştır. AB’ye üye olma olasılığı azalırken, birçok Türk AB’nin ülkeye “demokrasi” ve “refah” getireceğini düşünüyor veya umut ediyor. Bazı Kürtler AB’nin gördükleri baskıya son vereceğini düşünüyor ve birçok kadın da aynı şeyi düşünüyor. Hiçbir şey bundan daha yanlış olamaz.
Amerikan ve Japon rakipleriyle daha iyi yarışabilmeye ve daha zayıf üye ülkelerin emperyalist sömürüsünü derinleştirmeye odaklanan Avrupa’nın ana emperyalist güçlerinin oluşturduğu bir kartel olan AB’ye bizler karşıyız. Böyle bir ittifak ancak Avrupa’daki değişik etnik kökenli proletaryanın ve yeni sömürgeciliğin çizmesi altında bulunanların pahasına olacaktır.
Kürtlere Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı İçin!
Kürt sorunu Türkiye’de son derece önemli bir sorundur. Yakın Doğu’daki 25-30 milyon Kürt, dünyadaki en büyük devletsiz ulusu oluşturuyor. Kürtler Türkiye nüfusunun beşte birini oluşturuyor. Kürdistan, Suriye’nin bir kısmından geçerek doğu Türkiye’den kuzey Irak’a ve İran’a uzanmaktadır. ABD ve Almanya tarafından desteklenen ve silahlandırılan Türk ordusu, 1980li yılların ortalarından beri, ezilen Kürt azınlığına karşı, 37,000 civarında kişinin öldürüldüğü ve birkaç bin köyün yakıldığı kanlı bir savaş yürütüyor. Türk burjuvazisi Kürt ayrılıkçılığı anlamına gelebilecek herhangi bir imayı bile yok etmeye o kadar kararlıydı ki yıllarca resmi yerlerde Kürtçe konuşma ve Kürt isimleri kullanma yasaktı. Kürtlerden “dağ Türkü” olarak bahsedilirdi.
Son yıllarda, Türk burjuvazisi AB’yi yatıştırmaya niyetli yüzeysel reformlar başlattı. Alay edercesine, çok az yoksullaşmış Kürdün gitmeye gücü yetebileceği özel okullarda Kürt dilinde derslere izin verildi. Kürtçe radyo yayınları haftada dört saatle sınırlıydı ve televizyon yayınları iki saatle. Bunların hiçbiri AKP hükümetinin Kürtlere karşı aralıksız saldırılarına engel olmadı. Mart 2007’de Ahmet Türk, Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) Kürt başkanı, hapsedilen Kürt-milliyetçi Kürdistan İşçi Partisi (PKK) önderi Abdullah Öcalan’a “Sayın” Öcalan olarak hitap ettiği için altı ay hapse mahkum edildi. DTP başkan yardımcısıyla birlikte Kürt dilinde parti literatürü dağıttığı için de 18 ay hapse mahkûm edildi. Biz talep ediyoruz: Öcalan’a özgürlük! Ahmet Türk ve DTP’den ellerinizi çekin!
Türkiye’deki Kürtlerin durumu son aylarda anî ve sert bir şekilde kötüleşti. 21 Ekim 2007’de, Irak sınırına yakın bölgede Türk ordusunun Kürt-karşıtı bir saldırısı sırasında, PKK gerilla savaşçıları askerî bir konvoya saldırdılar ve 12 Türk askerini öldürdüler. Buna tepki olarak, Erdoğan “Öfkemiz ve kinimiz çok fazla” dedi. Bu Türk milliyetçiliğinde büyük bir patlamaya yol açtı ve Anadolu’nun Kayseri şehrinde 27 Ekim’de 300,000 kişi yürüyüşe katıldı. İstanbul’un Avrasya maratonunda binlerce koşucu Türk bayrakları taşıdı ve PKK-karşıtı sloganlar attı. Kürt dükkânlarına çete saldırıları genelde basında bildirilmezken, birçok Kürt, pogromcu şiddeti hafifletmek için evlerine ve işyerlerine Türk bayrakları astı.
22 Şubat’ta [2008], ABD emperyalistlerinin bariz yardımıyla ve Aralık’ta [2007] Irak’ta büyük hava saldırıları başlattıktan sonra, Türk ordusu Kürt PKK savaşçılarını “yakalamak” için on bin askeri sınır ötesine gönderdi. Daha geçen Aralık’ta ordu, BM’nin bir raporuna göre, 1,800 kişiyi evlerinden kaçmaya zorlayan, köyleri, okulları ve hastaneleri vuran saldırılarda “yüzlerce teröristi” öldürdüğü için övündü. PKK’ya siyasî destek vermezken uluslararası işçi sınıfının—Türkiye’de de dâhil olmak üzere—Türk rejiminin kanlı terör saldırılarını kınanması gerektiğini ve PKK’nın Türk devletine karşı askerî olarak savunulmasını benimsemesi gerektiğini söylüyoruz. Bu saldırılara karşı seferber olarak, bunu Irak’taki ABD emperyalist işgaline karşı koymaya ve Kürtlerin ulusal haklarını savunmaya bağlayarak, güçlü Türk proletaryası tüm ezilenlerin yararına bir darbe vurabilir. ABD, NATO, Almanya—Afganistan’dan çıkın! Türkiye—PKK’dan ellerini çek! ABD, Irak’tan çık! Türk ordusu, Kürdistan’dan çık!
Kürt halkına bağımsızlık için mücadele, sadece kadınların özgürlüğü için mücadeleyle güçlü bir şekilde kesişmiyor, bu ayrıca, işçi sınıfına önderlik ettiğini iddia eden herhangi bir partinin devrimci dürüstlüğünün çok önemli bir ölçüsüdür. İşçi sınıfının iktidar için mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır ve Türkiye’de, İran’da ve Suriye’de burjuva yönetiminin devrilmesini ve Irak’ta Amerikan emperyalist işgale son verilmesini gerektiriyor. Fakat milliyetçi Kürt liderler etkin bir şekilde ve askerî olarak ABD’nin Irak istilâsıyla işbirliği yaptılar ve bugün ABD işgalcilerinin piyonu olarak hareket ediyorlar. “ABD İşgali ve Kürt Sorunu”nda yazdığımız gibi (WV No. 871, 26 Mayıs 2006):
“Bu, değişik sömürgeci ve milliyetçi rejimlerin ellerinde nesillerce baskıya uğrayan Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının alaycı bir taklididir. Irak’taki milliyetçi Kürt liderler kendilerini Amerika’nın önderlik ettiği işgal güçlerinin emri altına koymuşlardır. Ve birçok Iraklı Kürt, yanlış bir şekilde, Arap fethine karşı garantör olarak işgale olumlu bakıyor. Kürt bağımsızlığı yolunda işgale ve ona hizmet eden milliyetçi partilere karşı olmayı başlangıç noktası olarak almayan herhangi bir mücadele kaçınılmaz olarak işgale bağımlı olacaktır....
Yakın Doğu’nun çok uluslu proletaryasının bir parçası olarak Kürt işçileri, emperyalist derebeylerine hizmet etmek için kurulan çürük yapıyı yerle bir etmede öncü bir rol oynayabilirler. Avrupa’daki, özellikle de Almanya’daki Kürt ve Türk işçileri, Kürtlerin bağımsızlık için mücadelelerini Yakın Doğu’da ve Batı Avrupa’nın ileri kapitalist ülkelerinde sosyalist devrim mücadelesine bağlayan canlı bir köprü görevini görebilirler. Bu mücadele, bayraklarına Yakın Doğu sosyalist federasyonun bir parçası olarak Sosyalist, Birleşik Kürdistan Cumhuriyeti çağrısını kazıyacak enternasyonalci işçi partilerin önderliğini gerektiriyor.”
Lenin ve Troçki’nin Komünizmi İçin!
IMF tarafından dayatılan ‘kemer sıkma’ önlemleri 1990’lı yıllar boyunca ülkeyi sarsan kitlesel işçi grevlerine neden oldu. 2003’te, Türkiye çapında şehirlerde sendikaların ağırlıklı olduğu büyük protestolar gerçekleşirken, hükümet ABD’ye Türk toprağını asker yerleştirmek için kullanmasına izin vermedi ve Irak savaşında kuzey cephesinin açılmasını engelledi. Fakat son yıllarda, devirli ekonomik bunalımlar, bir dizi doğal yıkımlar, IMF ve AB’nin sert tasarruf ve özelleştirme önlemlerinin ertesindeki muazzam işsizlik, ve Stalinistlerin on yıllarca süren ihanet ve akıl karışıklığı nedeniyle işçi sınıfı kayda değer yenilgilere uğramıştır.
Şu an her yandan saldırıya uğramasına rağmen, entegre Türk/Kürt proletaryası mücadelelerine son vermemiştir. Mart 2007 Uluslararası Kadınlar Günü’nde binlerce kadın, işçi sendikalarının eşliğinde, İstanbul’da yürüyüş yaptı. Pankartlarında şunlar okundu: “Bedenime, Namusuma Karışma”, “Bedenim Benimdir”, “Namus Cinayetlerine Hayır.” Eşitlik ve çalışan kadınların çocuklarına kreş talep ettiler. IMF müdahalelerine son verilmesi ve Irak’ın işgaline son verilmesi çağrılarında bulundular. Kürt kadınları barış talep ederek yürüyüşlere katıldılar ve cesur eşcinsel kadın ve erkek eylemciler altında bulundukları baskıyı protesto ettiler. Bu yürüyüşler emperyalistlere bağımlı Türkiye’de kapitalist sınıf yönetimini devirme yolunu arayan devrimcilerin yüzleştiği birçok yakıcı soruna değindi.
Yürüyüşte olanların arasında Anadolu’nun bir serbest ihracat bölgesinde bulanan, sahiplerinin Alman ve İtalyan olduğu Novamed fabrikasında grevde olan, tişörtlü ve beyzbol şapkalı kadın işçiler vardı. 16 ay sonra biten bu kadın işçilerin grevi, çalışan kadınların içinde bulundukları feci koşulları çarpıcı bir şekilde gözler önüne serdi. Kadınların ne zaman hamile kalmalarına “izin verileceğini” düzenlemek için “hamilelik sırası”nın da dâhil olduğu şirket tarafından kötü muameleye ezici toplumsal baskı eklendi. Sendikalarını kurmadan önce bile Novamed grevcileri eşlerinin ve ailelerinin desteğini kazanmak zorundaydılar. Bu grev geniş çaplı dayanışmaya neden oldu ve toplu sözleşme ile ücret artışları elde etti. Sendikalarına yapılan saldırılara karşı ve yeni toplu sözleşme için 27,000 Türk Telekom işçisinin 2007’nin sonlarında yürüttükleri grev, Türkiye’nin her yanındaki şehir ve kasabalarda etkisini gösterdi.
Yakın Doğu’da emperyalizme ve onun yeni sömürge vekil rejimlerine karşı mücadele, tek bir ülkenin sınırları içinde çözülemez. Filistin halkına adalet, Kürtlere ve diğer etnik ve dinsel azınlıklara ulusal kurtuluş, kadınlara peçe (veya örtü) ve İslam hukukundan özgürlük, İran’dan Mısır’a ve İstanbul Boğazı’nın kıyılarına kadar kapitalist rejimlerin silinip süpürülmesini ve Yakın Doğu sosyalist federasyonunun kurulmasını gerektiriyor. Yakın Doğu’da proleter iktidar mücadelesi ileri kapitalist ülkelerde işçi yönetimi mücadelesine bağlanmalı ve [bu mücadele] bölgenin çalışan kitlelerini Lenin ve Troçki’nin komünizmine kazanmak ve işçi-sınıfı iktidarı için uzlaşmaz bir şekilde savaşmak için enternasyonalci işçi partilerin kurulmasını talep ediyor.
Türkiye’nin içinde bulunduğu çıkmazdan çıkmasının yolu, Lenin’in Bolşeviklerini örnek alıp ve Troçki’nin sürekli devrim programı ile proletaryanın siyasî bağımsızlığına dayanıp, köylü kitlelerin başında proletaryanın devrimci önderliğini yaratmakta yatıyor. Bolşevikler gibi, böyle bir parti, kadınlara özgürlük mücadelesinin devrim için motor gücü olacağını anlayacaktır. Troçki’nin 1924’te Orta Asya kadınları hakkında yazdığı gibi (“Komünizm ve Doğu’nun Kadınları”nda tekrar yayınlandı, Spartacist No. 60 [İngilizce baskı], Sonbahar 2007):
“Yaşamında, alışkanlıklarında, yaratıcılığında en aciz bırakılan, kölelerin kölesi Doğu kadını, yeni ekonomik ilişkilerin talebinde örtülerinden kurtulduktan sonra kendisini birden her çeşit dini dayanaktan yoksun hissedecek; ona toplumdaki yeni konumunun değerini anlamasına izin verecek olan yeni düşünceleri ve yeni bir bilinci kazanmak için tutkulu bir isteği olacaktır. Ve Doğu’da, bilinçlendirilmiş kadın işçiden daha iyi bir komünist, devrim ve komünizm idealleri için daha iyi bir savaşçı olmayacaktır.”
|